186 views 26 mins 0 Yorumlar

TERÖRLE MÜCADELE YENİ EMPERYALİZM OLABİLİR Mİ?

Tarihinde Yayınlandı Bilgi
Mayıs 12, 2019
Terörle Mücadele Yeni Emperyalizm Olabilir Mi?

Yapısalcı Marksizm, adından da anlaşılacağı gibi, iki okulun birleşmesini temsil eder; Marksizm ve yapısalcılık. Yapısalcılık içerdiği bir dizi karışık genel düşünce ile toplumsal hayatın gizli, temel yapılarını analize çalışır. Yapısalcılara göre, ilgi odağı toplumun nesnel yapıları olan ekonomi, siyaset, ideoloji olmalıdır, bu yapılar içindeki insanlar değil. Yapısal Marksistlerin asıl ilgilendikleri şey ‘gerçek yapılar’ olmasa da, onlar dünyada aktörlerin davranışları ve düşüncelerini belirleyen ve kısıtlayan gerçek yapılar olduğuna inanırlar. Bu haliyle onlar kapitalist toplumun gizli, temel yapılarını araştırmaya yönelirler. (1) Bu gizli yapılar tam olarak neyi ifade etmektedir? Bunu kapitalizmin tarihsel sürekliliği ile mi anlamlandırmak gerekir? Süreklilik ve de değişkenlik tam olarak neyi ifade etmektedir?

Kendini geliştiren lafı pek iddialı olsa da, sürekli kendini yenileyen ve de değiştiren dünya bu değişimi çift yönlü olarak gerçekleştirmektedir. Ortaya çıkarılan her bir yenilik yeni bir sorunu da beraberinde getirir. Nükleer enerji belki insanoğlunun enerji ihtiyacını önemli ölçüde karşılayabilecek seviyededir. Fakat Manhattan projesiyle yaratılan güç o güne kadar insanoğlu tarafından kontrol edilebilen hiç var olmamış bir yıkımı ortaya çıkarmıştır. Devam eden yarım asırlık soğuk savaş sürecinde dünya sürekli ve de her an topyekun bir yok oluşun korkusuyla yaşaya gelmiştir. Geçmişte çaresi yok denilen birçok hastalık, bu gün çok basit yöntemlerle tedavi edilebilmektedir. Kansere bile büyük ölçüde çare bulunduğu söylenmektedir. Fakat bunun yanında bundan bir asır evvel hiç var olmayan onlarca yeni hastalık ve de salgın ortaya çıkmıştır. Bunların sebep oldukları kayıplar geçmişte yaşananlara nispetle çok daha fazladır. Bugün uçakla bir insan binlerce kilometrelik yolu birkaç saatte alabilmektedir. Geçmişte bunu yapabilmek belki aylar sürerdi. Fakat ne gariptir ki İstanbul’da evinden işine gitmek isteyen bir adam gidiş ve dönüş toplamda bazen 5 saatini yolda kaybedebilmektedir. Dünya genelinde okuryazar sayısı hızla artmaktadır. Ama bugün Rusya kaç tane Dostoyevski çıkarabilmektedir. Var olan bütün bu teknolojik ilerlemeye karşın şahsen ben mevcut yapının sadece şekil değiştirdiği ve ilerleme kaydedemediği kanaatindeyim. Bir konuda ileri gidiyorsak, şurası muhakkaktır ki kesinlikle geride kaldığımız bir alan vardır. En basitinden yüzlerce katlı gökdelenleri dikebilecek teknolojik imkanlara artık fazlası ile sahibiz. Fakat dünyanın önde gelen şehirlerine baktığımızda, bir Venedik’i, bir Paris’i, bir İstanbul’u gözümüzün önüne getirdiğimizde gayet açık bir şekilde görürüz ki, buraların en güzel evleri en eski olanlarıdır. En estetik ve en iç açıcı yerleri kentin bu nostaljik alanlarında saklıdır. Yıllardır üzerinde sürdürüle gelen vahşete karşın İstanbul’da Tarihi Yarımada hala o insana huzur veren yapısı koruyabilmektedir. Ve bizler artık o eski kentleri inşa etmekten çok uzağız.

Sistem doğası gereği sürekli kendini değiştirme ihtiyacını hissetmektedir. Ateşin gücü insana hayvan karşısında mutlak bir üstünlük sağlamıştır. İcat edilen devasa toplar artık feodal yapının varlığını büyük ölçüde kırmıştır. Buharın gücü artık üretimin insanın doğal kapasitesinin çok daha üzerinde olduğunu göstermiştir. Tüm bu değişim insanoğlunun var olanın ötesindekini istemesinden kaynaklı olan bastırılamaz arzusunun dışavurumundan başka bir şey değildir. Değişim kaçınılmazdır çünkü insanoğlu sürekli olarak üretmeye ve daha fazlasını istemeye odaklıdır. Henri Pirenne bununla olarak insan doğasında varolan kazanç hırsı ve macera arayışına cevap verdiği için ticaret esasen bulaşıcıdır demektedir.(2)

Mevcut olanın ötesinde olanı istemek insanın tabiatında vardır. Düşünce arzuyu, arzuda eylemi meydana getirir. İnsan sürekli istemekte, fakat sahip olabilecekleri de doğanın gereği sınırlı kalmaktadır. Bu iktisat da sınırsız insan isteklerinin, kıt olan kaynaklarla bastırılması olarak formüle edilmiştir. Emperyalizmi bu sınırsız ve doymak bilmez açgözlülüğün son basamağı olarak görmek pek yanlış olmaz sanırım. Çünkü artık istekleriniz öyle bir hadde varmıştır ki, düşünebildiğiniz tek şey daha fazlasını istemek olmuştur. Daha fazla üretmek ve daha fazla satmak için daha fazlasına hükmetmeniz gerekir; daha fazlasına hükmedebilmeniz için de daha fazlasını pazarlamanız gerekmektedir. Bu kısır döngüde araçlar artık amaçlara dönüşmüş, kullanılacak her yol mubah görülmeye başlanmıştır. Şüphesiz ki emperyalizm de, var olan bu değişimden payına düşeni almış, fakat değişim sistemin özünde değil aparatlarında meydana gelmiştir.

Bir eylemin gerçekleşebilmesi için, mutlaka bunu tetikleyen bir nedenin var olması gerekir. Dün güçlü olma arzusu tek başına bir neden olarak kabul edilebilirdi. Fakat bugün yaptığınız ve de yapacağınız hareketleri meşru bir zemine oturtma zorunluluğundasınız. Gücünüz her ne denli büyük olursa olsun, saçma olsa da veya inandırıcılığı olmasa da yapacaklarınızın kabul görülebilir bir gerekçesi olmalı. Gerekçelerin bizzat sistem tarafından yaratılmış olmasının veya bunun sistemin kendinden bir ödün verişi gibi görünse de esasen onu sahip olduğundan daha yukarı bir seviyeye taşıyor olmasının pek bir önemi yoktur.

Yapısalcı Marksizm demokrasi noktasında insanî olmayan sosyalizmin çöküşünü, insanî kapitalizmin çöküşünün öteki yüzü olarak tanımlar. Demokrasi, ya üretim araçları ve birikim süreci üzerindeki demokratik kontrol anlamına gelir ya da artık onun hiçbir anlamı yoktur. Politik ve ekonomik eşitliğin bulunmaması, daima sömürücü birer unsurdur. Bunun yanında ekonomik veya siyasi iktidarı politik haklar, sosyal işbirliği ve ekonomik verimlilik gibi konularla maskeleyen tartışmalar, sınıfsal sömürünün rasyonalizasyonundan başka bir şey değildir.(3) Tüm bu maskeler hegemonyanın egemenliğinin pekiştirilmesini sağlar. Bu kısır döngünün sürekliliği, egemen yapının kendi zıddı ile paslaşmasını sürdürebildiği ölçüde geçerlidir. O halde mutlak güç için kendi hakimiyetini koruyabilmesinin en sağlam yolu kendi zıddını, düşmanını veya alternatifini yine bizatihi kendisi tarafından yaratmaktan geçmektedir.

Soğuk savaş Amerikan hegemonyasının doruğa ulaştığı dönemdir. Çünkü bu süreç diğer ülkeleri ya biz ya o diye kutuplaştırdığı, bunun sonucunda da ilgili devletlerin topyekun yıkıma uğramaktansa verebileceklerinin çok ötesinde tavizler vererek varlıklarını devam ettirebilmek için çabaladıkları bir yaşam savaşı mücadelesidir. Korku birini kendine bağlamanın en kolay ve en güvenilir yollarından biridir. Kişi var olabilmesinin yegane yolunun sığındığı kişinin varlığı ile doğru orantılı olacağına inandığından, kendi mevcudiyetini o kişinin varlığı ile özdeşleştirecek, onun söylemlerini ve de eylemlerini sorgusuz sualsiz ve de istekle kabullenecek, kendini bütünü ile o kişinin hareketlerine endeksleyecektir. İkinci dünya savaşı sonrası yarım asırlık süreçte devam soğuk savaş özünde bu kuram üzerinde incelenebilir. Peki, ABD’nin yıllardır mücadele verdiği komünist bloğun yıkılması onun mücadelesini sonlandıracak mıydı? Amerika gücünü ve otoritesini zaten bu mücadeleden almaktaydı. Eğer bir Sovyetler olmasa idi ABD’nin kendi kucağına rahatlıkla oturtabileceği bir Avrupa olmayacaktı. Eğer Avrupa’ya karşı sürekli dillendirilen olası bir Sovyet işgali dedikodusu olmasaydı, bugün hala varlığını devam ettirdiği söylenen, 2. Dünya Savaşı sonrası toplanmış Nazi subaylarıyla kadroları doldurulmuş olan Gladio tipi yapılanmalar da olmayacaktı. O halde doğu bloğunun yıkılmasının ABD için nihai bir hedef olduğunu söylemek pek doğru olmayacaktır. İnsanların sadakatlerini ve size olan güvenlerini devam ettirebilmek için kullanabileceğiniz yeni araçlara ihtiyacınız olacaktır. Fakat bu geçmiştekinden çok daha ucuz, çok daha zararsız, çok daha rahat kontrol edilebilir, çok daha yararlı ve istendiğinde çok daha kolay ortadan kaldırılabilir bir araç olmalıdır. Yeni dünya düzeni için yeni bir düşman modeli çizilmesi gerekiyordu ve bu modeli tasarlayanlarda bunu oldukça başarılı bir şekilde gerçekleştirdiler. Bunun adına da “Terör” dediler.

Terör öylesine muğlak bir kavram ki, kişi bunun üzerinden her türlü hareketini meşrulaştırabilir. Öyle ki, dünyanın bu güne kadar karşılaştığı ve hemen herkesin bunun bir ortak düşman olduğu konusunda fikir birliğine vardığı yegane “varlık” olduğunu söylemek pek yanlış olmaz sanırım. Bu gün terörle mücadeleye destek vermeyen ülke yok gibidir. Yaptığınızın adı ne olursa olsun, eğer kullandığınız sözcük bu ise ve de kendinizi bu yolla meşrulaştırma gayreti içerisinde iseniz, size tamamı ile muhalif olanlar dahi kendini sizin yanınızda göstermek mecburiyetinde hissedeceklerdir kendilerini. Çünkü bu artık bir insanlık suçu olarak kabul edilmekte ve bırakın buna karşı çıkmayı, onun karşısında sessiz kalanlar veyahut tarafsız olduğunu söyleyenler dahi kendilerinin dünya kamuoyunun nezdinde bu insanlık suçunun paydaşları olarak gösterilmesinden kaçamazlar. Sanırım bugün Rusya’yı terör destekçisi olarak damgalamak, geçmişte ABD’nin olası nükleer tehdidinden daha fazla tedirgin etmektedir.

Terör örgütlerinin bizatihi büyük güçlerin istihbarat teşkilatları tarafından desteklendiği, dahası onlar tarafından yaratılıp yönlendirildiği medyada sık sık yer alan ve de kamuoyu tarafından da şiddetle desteklenen bir olgudur. Küba’nın efsane lideri Fidel Castro, Usame Bin Ladin’den, “ABD eski Başkanı George W. Bush dünyayı korkutmak istediği zaman ortaya çıkan bir CIA ajanı” diye bahsetmiştir. Küba’daki Komünist Parti gazetesinde yayınlanan demecinde Fidel Castro, bu iddiası ile ilgili delillerin, Irak ile Afganistan savaşları hakkında yayımladığı belgelerle dünyayı sarsan Wikileaks sitesinin elinde olduğunu söylemiştir. Castro konuşmasının devamında “Ne zaman Bush korku salar ve büyük bir konuşma yapsa, Bin Ladin sahneye çıkar ve insanları yapacağı saldırılar hakkında tehdit ederdi” demektedir.(4)Terörün gerçekten verdiği zararı gerek nicelik gerekse de nitelik yönünden baz alacak olursak, aleyhinde yapılan propagandanın sebep olduğu zayiatla doğru orantılı olduğu kanaatinde değilim. Mesela olayı sadece ölüm olaylarına endeksleyecek olursak: “Amerika’da sigaradan ölen insan sayısı yılda 350.000’den fazladır. Bu rakam, 1. Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam Savaşları’ndaki toplam ölü sayısından daha fazladır. Amerika’da kalp-damar hastalığının sebep olduğu ölüm sayısı yıllık 565.000’dir. Bunun % 30’unun (yaklaşık 170.000) ana sebebi, beyin kanamasına bağlı felç, damar tıkanıklıkları ve damar sertliğine yol açan sigaradır. Aynı ülkede kanserden ölen kişi sayısı yıllık, 412.000 olup bunun da % 30’unda (yaklaşık 125.000) sigara ana sebeptir.”(5) Bunun yanı sıra 2002 yılında ABD’de trafik kazalarında ölen insan sayısı 25.849, 2007’de ise 42.815’dir. Halbuki terörden dolayı hayatını kaybetmiş insanların sayısı birkaç yüzü geçmez. Fakat buna karşın terör argümanını kullanarak yapacağınız her türlü eylem bir şekilde halk nezdinde meşru görülür. En basitinden 11 Eylül’den bu yana el-Kaide’nin içinde bulunduğu terör eylemlerinde ölen kişi sayısı ortalama 300; buna karşın ABD’nin terörü önleme adına yaptığı savaşlarda ölen kişi sayısı ise 80.000’dir.(6) Günümüz Amerika’sında baskın olan liberal-hümanist yöntemle dünyaya bakanlar, bir ülkenin ordusunun bir başka halk üzerinde yaptığı sistematik veya anlık şiddet biçimlerini tarihsel süreklilik içinde okumaz. Onlar genellikle ait olduğu anlam dünyasının içinden askeri şiddeti değerlendirmeye çalışır fakat bir şeyler yerine oturmaz; düşüncelerinde kopukluklar oluşur. Eşitliğin ve özgürlüğün sınırlı bir düzeyde kavrandığı bu liberal-hümanist yaklaşımda, somut erkek ve kadınlardan ziyade yasalar önünde soyut insanların tarihsel olmayan eşitliğini verili kabul ettiği için bir halkın üyelerinin öldürülmesini idrak etmekte zorlanırlar. Olanları sadece bir şiddet edimi düşüncesinin içine sıkıştırırlar: Söz konusu askeri şiddetin faili askerlerdir ve askerlik yani militarizm, özü itibariyle “şiddet sarmalına” dolanarak sarmaşık gibi büyümüştür. Bunlar, askeri şiddet edimine ilişkin “neden” sorusunu sormadığı müddetçe düşünceleri arasında bir kopukluk da sürmeye devam edecektir.(7) Marksist yapısalcılık şiddettin meşruiyetinin toplumda baskın olan bu yaklaşımla insanlar tarafından bu şekilde sağlandığı kanaatindedir. Gerçekten de başta da belirttiğimiz üzere değişim var olan bir çok şey ile birlikte yaşamı ve de ölümü de değiştirmektedir.

Körfez savaşı sonrasında artık haberlerde yer alan görüntülerde somut silahlar ve insanlar değil, simülasyonlar ve istatistiksel rakamlar ekranlarda boy göstermekte idi. Bir yer bombaladığı zaman ekranda bununla ilgili çıkan haberde sadece harita üzerinde bir nokta ve kaç kişinin “etkisiz” hale getirildiği ile ilgili yazıları ve rakamları görmekteydik. Öldürülen kimse yoktu, yıkılan hiçbir bina yoktu; sadece harita üzerinde birkaç çizim vardı. İnsanlar adete bir animasyon filmi seyreder gibiydiler. Kaddafi’nin katledilişi ona muhalif olanlar tarafından bile eleştiriye uğradı. Çünkü orada yaşanan bir şeyler vardı ve insanlar bunu görüyordu. Fakat bugün ne Irak’ta, ne Afganistan’da, ne Filistin’de ölen milyonları kimse görmüyor ve bu yüzden de kimse sesini çıkarmıyor.

Terör olgusu şu an da sanki dünyada bugüne kadar hiç var olmamış birilerinin gelip bir yerleri bombaladığı, bunun üzerine de birilerinin dünya barışını, huzurunu ve de güvenliğini korumak adına bunlara karşı bir mücadele yürüttüğü bir hareket gibi algılanmakta. Bu mücadeleyi yürütürken vereceğiniz zayiatın niceliğinin, insanlığın geleceğine ve güvenliğine vereceğinizle kıyas edilmeyecek nispette fazla olmasının hiçbir önemi yok. Fransız ihtilaliyle alevlenen “eşitlik, kardeşlik ve özgürlük” sloganları iki asırdır oldukça başarılı bir şekilde kullanılmakta. Kimsenin bu söylemlerin içeriğine ilişkin bir eleştiri yöneltme gibi lüksü yok. Fakat bu üç söylemin sebep olduğu yıkımın da insanlık tarihinin o güne dek gördüğü facialardan kıyaslanamaz derecede yüksek olduğu reddedilemez bir gerçek.

Lenin emperyalizmi anlattığı çalışmasında – Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması – sistemin beş temel karakteristiğini sıralar. Bunlar:

(1) Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının çok yüksek bir düzeye erişerek ekonomik yaşamda belirleyici bir rol oynayan tekelleri yaratması;

(2) Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin yaratılmış olması;

(3) Meta ihracından farklı bir biçim olarak sermaye ihracının kritik bir önem kazanması;

(4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin kurulması

(5) Dünya üzerindeki toprakların tamamının en büyük kapitalist güçler arasında paylaşımının tamamlanması.

Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu aşamasıdır; bu aşamada, sermaye ihracı hissedilir derecede önem kazanır; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılması başlamıştır ve yer küre üzerindeki tüm topraklarının en büyük kapitalist güçler arasında bölüşümü tamamlanmış haldedir.(8) Terör olgusunu bu sayılan maddeler üzerinden değerlendirdiğimiz zaman, şiddet ve sermayenin ne denli iç içe geçtiğinin farkındalığına varırız. Birinci madde de terörü gerekçe göstererek müdahale edilen alanlardaki çok uluslu enerji şirketlerinin varlığı incelenebilir. İkinci madde de yıkılan ülkelerin yeniden yapılandırılması ve borçlanma olgusu yine uluslararası finans sermayesiyle birlikte ele alınabilir. Uluslararası sermayenin bir şekilde nüfus etmek istemesine karşın ilgili ülke tarafından buna gerekli serbestinin tanınmaması üçüncü madde kapsamında değerlendirilebilir. Bununla ilintili olarak kendisi de yine kendi tabiri ile bir “ekonomik tetikçi” olan John Perkins’in kaleme aldığı “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”(I – II – III) serisi çok ciddi örnekler vermektedir. Uluslararası sermayenin bir ülkeye girmek istediğinde buna muhalif olanları rüşvet, şantaj(seks kasetleri vs.), suikast veya yeri geldiğinde terör eylemleri ile nasıl baskı altına aldıkları bizzat yaşanan olaylar üzerinden çok güzel anlatılmıştır. Her yıl toplanan Bilderberg vb. yapılanmalar dördüncü maddeyi ispatlar niteliktedir. Belki de beşinci maddenin gerçekleşmesi terör sayesinde olacaktır. Çünkü bu paylaşım için ortak bir karara varılmasının yegane yolu ortak bir düşmandan geçecektir. Halklar kendileri için en önemli şey olan güvenliklerinin korunması pahasına buna pek itirazcı olmayacaklardır. Bu sebeple bu soyut düşmana karşı verilecek “mücadelede” yapılacak her türlü eylem yaratılmak ve yahut daha da kuvvetlendirilmek istenen hegemonyanın varlığına yaşayan her şeyden daha fazla hizmet edecektir.

H. İbrahim UĞRAŞ

Notlar:

1) http://www.umittatlican.com/files/Yapisal%20Marksizm%20%28George%20Ritzer,%201992%29.pdf

2) Ateş, Toktamış, “Siyasi Tarih”, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007

3) http://istiraki.blogspot.com/2010/11/yapsalc-marksizm.html

4) http://www.ntvmsnbc.com/id/25127103/

5) http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/sigaranin-insan-sagligina-maliyeti.html

6) http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=690534

7) http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/40-sayi-220/343-liberal-siddet-kuraminin-marksist-elestirisi

8) http://www.antikapitalist.net/kutuphane/acik-kitaplik/cliff/lenin2/04_emperyalizm.pdf