Avrupa Birliği, hedeflerinde farklılıklar olsa da ortak tarih, kültür ve coğrafi birlikteliğe sahip milletlerin aynı çatı altında yaşayabileceklerine örnek teşkil eder.
Orta çağdan başlayarak günümüze gelen süreç içerisinde kanlı ve uzun süreli çatışmalara girişseler de; ortak menfaatlerini maksimize etmek teme, kaynak ve hammaddelere ulaşmak en önemlisi de siyasi bir güç olarak diğer ülkeler üzerinde nüfuz oluşturmak yaşlı kıta ülkelerini bir araya getirmiştir. Türkiye –AB ortaklık serüvenini çeşitli yönlerden inceleyelim.
A- TARİHİ GELİŞİM
Diğerlerini bir kenara bırakırsak, milli birliklerini sağladıktan uzun süre savaşan Almanya ve Fransa, bugün bir arada ve AB’nin kurucu gücü durumunda bulunmaktadırlar. Özellikle birliğin sağlanmasından sonra önemli bir Avrupa gücü olan Almanya, Fransa ile Rusya arasında sıkışmış, Avrupa ve dünyada yerini yeniden belirlemek için 20. yüzyılın ilk yarısında çıkan savaşlara neden olmuştur.
Yetkilileri ve temsilcileri ne kadar reddetmiş olsa bile temel belge ve davranış kalıplarına bakıldığında AB bir kültür ve medeniyet ittifakıdır. Bu ittifak içerisinde tek tek bileşenlerin farklı hedefleri elbette mevcuttur. Türkler Anadolu topraklarına yerleşmesinden itibaren zaman zaman çekişme, nüfuz mücadelesi içinde, ancak genellikle fiili bir ateşkes ve etkileşim içerisinde Avrupalılarla yaşamış bulunmaktadır. Bu yan yana yaşama sürecinde güçlü olan taraf zaaf içerisinde olana hükmetmiş, etkileyen ve etkilenen, bu güç denklemi içerisinde belirlenmiştir. Ekonomik ve askeri yönden güçlü olan, diğer tarafın aleyhine bir takım menfaat ve nüfuza sahip olmuştur.
İstanbul’un fethinden 20. yüzyılın başlarına kadar etkileyen ve kabul ettiren konumunda olan Türkler, 20. yüzyılın başlarından itibaren görece güç kaybetmiş ve Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesinden itibaren etkilenen ve nüfuz altına alınmak istenen konuma getirilmiştir.
Hammadde ve kaynaklara ulaşma konusunda 2. dünya savaşından sonra yaşlı kıta da Avrupa Kömür ve Çelik birliği kurulmuş, daha sonra bu birlik Avrupa Ekonomik Topluluğu adını almıştır. Türkiye 1959 yılında bu birliğe üyelik için müracaat etmiştir. Bu müracaatla birlikte ironik bir durum ortaya çıkmıştır. Türkiye esas itibarı ile kendisi (ve yakın geçmişe kadar birlikte yaşadığı) yeraltı kaynakları ve özellikle petrol yönünden zengin Ortadoğu, Kuzey Afrika ve uzak Asya’daki kaynaklara erişim ve onların bölüşümü için kurulan birliğe üye olmak istemiştir.
Bu müracaat üzerinden yarım yüzyıl geçmesine karşın Türkiye, gelişip evrilen, biçim değiştirerek büyüyen topluluk, görünen gerekçeler yanında adeta görünmeyen, ifade edilmeyen bazı gerekçelerle birliğe bir türlü tam üye olarak kabul edilmemektedir. Son iki yüzyıl içerisinde adeta can düşmanı olarak yıllarca savaşan ülkeler pek ala aynı birlik içerisinde yaşayabilirken, Türkiye adeta görünmeyen bir el tarafından ve temel bir farklılık yüzünden bu birliğe üye olarak kabul edilmemektedir.
Avrupalılar satır aralarında kendilerini kültür birliği olarak tanımlar ve bu kültürün temel öğesini Hıristiyanlık olarak ortaya koyar iken, Türkiye bu birliğe tam üye mi olmalı, yoksa AB’nin ekonomik ve siyasi açıdan ulaştığı standartları bir çıpa (ölçüt) olarak baz almakla yetinmeli midir. ?
Avrupalılarla ortak tarihi bulunmasına karşın Türkiye, şüphesiz ki, onların kültürlerini, medeniyetlerini bir çıpa olarak kabul edemez. Kültürlerin oluşmasındaki temel ölçüt olan din farklılığı ortadadır. Bundan başka Avrupa kültür ve medeniyeti son yüzyılda başta Bosna Hersek olmak üzere bir çok coğrafya da hiç de iyi kabul edilemeyecek sınavlar vermiştir. Anadolu topraklarında yaşayanların bu tür uygulamalardan alacağı çok fazla ders olmasa gerektir.
B- SİYASAL AÇIDAN
Türkiye 2. Dünya savaşından sonra Batıda kurulan Milletlerarası teşkilatlara; batılılaşmak, batılıların değerlerine sahip olmak adına behemehal üye olma yoluna girmiştir. Bunlar arasında NATO, Birleşmiş Milletler, IMF, Avrupa Konseyi gibi örgütler başta gelenleridir. 19 yüzyılın başlarından itibaren başta ordu olmak üzere bir takım kurumlarını, gelişme gösteren Avrupa ülkeleriyle aynı seviyede tutmak için bazı ıslahat hareketlerine girişmiş ise de asıl yönelim cumhuriyetin kuruluşuyla olmuştur. Anadolu da ve Avrupa da yaşayan Türklerin hiçbir müktesebatı yokmuşçasına bütün kurumlar özensizce batıya benzetilmeye çalışılmıştır. Bu özensiz yönelim ve batıyı toptan kabul, bizce Atatürk inkılabının en zayıf halkalarından birini oluşturur. Batılılarla birlikte sulh içinde yaşanılabilir, ama top yekun, sosyal, siyasi ve iktisadi yapının aynen iktisap edilmeye çalışılması Türkiye’yi köksüz ve güçsüz hale getirmiştir.
Unutulmamalıdır ki “bu topraklarda yaşayanlar kendine özgü bir medeniyet tecrübesine, tarihi derinliğe ve kültürel zenginliğe sahip, dünyaya orta ve uzun vadede, batıya yönelme süreciyle yitirdiği medeniyet fikrini ve iddialarını zamanla yeniden sunabilecek bir Türkiye tasavvuruna sahiptir.” ( 1)
“Türkiye, batılılaşma süreciyle Avrupa uygarlığının bir parçası kılınarak figüran rolü oynadı ve tarihte tatil yaptı sadece. Ama artık bu topraklarda yaşayanlar kendine gelmeye başladı.. Türkiye dün olduğu gibi yarın da tarih yapacak, dünyaya yepyeni bir medeniyet fikri sunacak esaslı bir var oluş yolculuğuna hazırlanıyor.” (2)
Türkiye AB ilişkilerinde paradigma değişmeli ve madalyonun diğer yüzüne de bakılmalıdır. Sürekli AB kapısında bekleyen bir görünüm yerine AB’nin Türkiye üzerinden elde edeceği muhtemel kazançlar açık bir şekilde ortaya konulmalıdır. Evet, AB Türkiye deki ekonomik ve demokratik standartların geliştirilmesi için bir çıpa rolü üstlenebilir. Bununla beraber AB, Türkiye ile iş birliği yapması halinde başta Ortadoğu olmak üzere Afrika Orta ve Güney Asya ve Orta Avrupa ile direkt, bu bölgelerin çevrelediği diğer coğrafya ile ise dolaylı bir iletişim içerisinde olacaktır. Şüphesiz söz konusu birliğin yukarıda sayılı bölgeler ile ilişkileri mevcuttur. Ancak, Türkiye’nin katılımıyla bu ilişkilerin nitelik ve boyutları değişecektir. Şöyle ki, son yüzyıldaki yönelimleri hariç tutarsak Türkiye’nin varisi olduğu Osmanlı Devleti 6 yüzyıl boyunca yukarıda sayılan coğrafyalarla etkin ve aktif işbirliği içerisinde bulunmuştur. Bundan dolayı, mezkur coğrafyanın, Avrupa’ya bakışı ile Türkiye’ye (ve özellikle Osmanlı Devletinin uzun yıllar başkentliğini yapmış, sembolleşmiş İstanbul’a) bakış açıları farklıdır.
İstanbul, ilişki içerisinde bulunduğu ülkeler ile sırf kaynaklarına el koymak, tahakküm etmek için değil barış ve huzur getirmek misyonuyla hareket etmiştir. Bu misyon ne kadar karalanmaya, imparatorluğun çeşitli unsurlarını oluşturan halklar düşmanlaştırılmaya çalışıldı ise de unutturulamamıştır.
Geçmişteki uygulamalar göz önüne alındığında tarih ve uluslar arası ilişkiler şeffaflaşıp, 3. ülkelerin etkisi ortadan kaldırıldığında İstanbul’un tarihte üstlendiği misyon’un; barışın tesisi sömürgeciliğin engellenmesi anlayışının eski dostlarımız tarafından tekrar görülmeye başlandığı ortadadır. Globalleşme ve ilişkilerin daha da fazla gelişmesi halinde geçmişin daha net ortaya çıkacağı ve sadece Türkiye de yaşayanların göremediği İstanblul’un gücü ve misyonunun daha iyi anlaşılacağı kuşkusuzdur.
400 yıl birlikte yaşadığımız Belgrad’ı, yüzyıllarca birlikte yaşadığımız Mora yarımadası’nı, Cezayir’i, yine uzun yıllar komşuluk yaptığımız İran’ı, dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya’yı, içerisinde en fazla Müslüman nüfus barındıran Hindistan’ı değil AB, dünya üzerinde mevcut hiçbir kurum ve ülke İstanbul kadar iyi algılayamaz.
İçeride olduğu gibi komşularımızla ilişkilerde şeffaflaşma gerçekleştikçe, geçmişte yakın komşularımızla oluşturulmaya çalışılan suni gerginliklerin ortadan kalkması, sayılan ve işaret edilen dostlarımızın da İstanbul’a bakışlarının fevkalade müspet olduğu görülecektir.
Çünkü tarihte olduğu gibi günümüzde de İstanbul, yakın ve uzak coğrafyalara yer altı- yerüstü kaynakları elde edilecek değil, barış ve huzur temin edilecek yerler olarak bakmıştır,bakmaktadır. AB ile İstanbul’un misyonları arasındaki en büyük fark, bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle “İstanbul bakışı” olarak nitelendirdiğimiz bu yaklaşım etkin kullanılabilse ülkeler arasında yine ticaret, alışveriş vs. ilişkiler artarak devam edecek; ancak kaynaklara, demokrasi götürme adı altında işgal, Usame bin ladin, İslami terör vs bahanesiyle değil, bedeli mukabilinde ulaşılabilecektir. Böylece uluslar arasındaki ilişkiler tüm ulusların faydasına olacak, sömürü ortadan kalkarak asgari hizmet ve ihtiyaçlar karşılanacağından yoksulların gözü zenginlerin malında olmayacak, gezegenimize huzur ve barış gelecektir.
İşte AB, Türkiye ile birlikte kazanacağı bu avantajların, Türkiye’nin kazanacağı avantajlardan çok daha fazla olacağını artık görmelidir. Türkiye’ye 75 milyonluk Pazar, genç nüfus, jeopolitik konum ve NATO içerisinde etkin bir güç olarak bakmak yerine, İstanbul ile birlikte hareket edebilen bir AB’nin siyasi cücelikten kurtulup, bir süper güç olabileceği Türk yetkili ve temsilciler tarafından açıkça ortaya konmalıdır.
C- TÜRKİYENİN AÇMAZI
Yukarıdan beri ifade etmeye çalıştığımız Osmanlı Devleti bakıyesi Türkiye, İstanbul Bakışını” tekrar etkin bir hale getirebilmesi için, önce kendi içerisindeki çelişkileri giderebilmelidir. Yasaların adil ve etkin uygulanması, daha çok demokrasi, daha çok katılım ve şeffaflaşma sayesinde Türkiye, bir taraftan kendi gücünün ve sorumluluklarının farkına varacak, diğer taraftan dünya milletleri içerisinde hak ettiği konuma tekrar kavuşacaktır.
Türk Diplomasisi sadece yangın yerine döndürülen dünyamızda itfaiye erleri gibi yangıları söndürmeye değil, artık trafik polisi gibi yol gösterici rol üstlenmelidir. (3)
Buradaki bir handikap da, 1. dünya savaşı ve ardından Anadolu’nun işgali sonrası 1920’li yıllarda gerçekleşen büyük devrim sonucu yaşanan travma’dan halen kurtulunamamış olmasıdır. Her köklü değişiklik gibi Cumhuriyet de kalıcı hale getirilebilmek için kurucu ideoloji tarafından, öncesine rastlayan tarih alabildiğince karalanmış, adeta yok sayılmıştır. Oysa Cumhuriyet gibi, bu coğrafyada yaşayanların tüm mazisi bizim asıl gücümüzdür.
İşte bu nedenledir ki, genç Cumhuriyetin kurucularını, bazılarının yaptığı gibi yok saymak veya diğer bazılarının yaptığı gibi her şey kendilerine mal edilip arkalarına saklanılan bir meta olarak kullanmamalıyız. Bu kurucu kadronun tüm insanlar gibi iyi ve kötü yönleri olabilir. Ancak kabul etmeliyiz ki, Atatürk ve arkadaşları bu topraklarda yaşayanların son yüz yılına yön vermiş kadrolardır.
Türkiye köksüz, nevzuhur bir devlet değildir. Avrupa da bugün etkin güç konumunda bulunan birçok ülkede henüz siyasi birlik sağlanmadan yüzyıllarca öncesinden beri Balkanlar ve Orta Avrupa ile ilişkileri bulunan İstanbul, Ortodoks Yunanlılar ve Sırpları Katolik Avrupalılardan daha iyi anlar ve onlarla barış içerisinde yaşayabilir.
D- GÜMRÜK BİRLİĞİ
AB, yukarıda bahsedilen bakış açısı ve yönelimlerine uygun davranmayı bırakıp artık Türkiye’yi anlamalıdır. Türkiye kaynaklarına ulaşılacak, askeri güç ve coğrafi konumundan yararlanılacak bir ülke olarak görülmeye devam edilmemelidir. Gümrük birliğine dahil olan Türkiye, karar mekanizmalarına da artık katılmalıdır. Çünkü AB ile “Gümrük Birliği” bir hedef değil, süreç içerisinde konjonktürel bir geçiş konumudur. Gümrük Birliğinden sonra karar mekanizmalarına dahil olamayan Türkiye, AB tarafından, 3. ülkelerle olan ilişkilerine adeta ipotek tesis edilmiş, ticari ilişkilerine ise Serbest Ticaret Anlaşmaları ile büyük zararlar verilmiştir.
Yakından bakıldığında Gümrük Birliği Türkiye’nin aleyhine işleyen bir mekanizma ortaya çıkarmış, ülkemizin rekabet gücünü kırmış, küçük ve orta ölçekli işletmelerin hayat hakkını elinden almıştır. Mal ve hizmetler ile sermayenin ve iş gücünün tek pazarda serbest dolaşım özgürlüğünü içermesi gereken Gümrük Birliği, Türkiye ye özgü uygulanma ile üretilen malların serbest dolaşımına karşın, üreticilerin Pazar’a serbestçe giremediğinden mallarını pazarlayamaması ve haksız rekabet ile açık Pazar haline gelmesine sebep olmaktadır.
Diğer yandan Türkiye 3. ülkelere karşı tarihinden tevarüs ettiği sorumlulukları yerine getirememekte, bazı egemenlik haklarından ise feragat etmek zorunda kalmaktadır. AB ise Türkiye ile küresel bir güç olacak, uluslar arası ilişkiler ve dış politikada “barışı getiren güç” vizyonuna sahip olacaktır.
AB ilişkilerine, müzakere ve anlaşmalara bakıldığında çoğunlukla Türkiye’nin nasıl ve neden üye yapılamayacağının yazılı olduğu görülür. Gümrük birliğiyle malları serbest dolaşımı kabul edilmiş, ancak üretilen mal ve emtiayı pazara götürecek tacirler ile hizmet sektörüne vize uygulayarak haksız rekabet ortamı oluşturulmuştur. Yani onlar ortak, Türkiye pazar haline getirilmiştir.
Oysa 1963 tarihli AB Ortaklık Anlaşmasının 28. maddesiyle siyasi irade ortaya konmuştur; hedef AB üyeliği. Buna karşın Gümrük Birliği Türkiye’yi üyeliğe ve karar mekanizmaları içerinse götüren bir süreç görünümünde değildir. 1981 yılında imzalanan 4. protokol ile kararlaştırılan 600 Milyon EU yapısal uyum yardımının gerçekleşme oranı “0” dır. 1987 yılında Özal tam üyelik için müracaatta bulunmuş, o sırada Türkiye de İngiltere Büyükelçisinin medyaya da yansıyan şekliyle “AB sizi reddederse ne yapacağınızı planladınız mı” sorusuna muhatap olunur.(4) Türkiye’nin tüm girişimleri adeta “platonik aşık” gibi ters yüz edilmiştir. Gümrük Birliğinden sonra ortaya çıkabilecek zararları bertaraf için kararlaştırılan katkı, örneğin 1996-2000 yılları için gerçekleşme oranı”0” dır. Yine 2005 yılında aynı gün üyeliğe girmek için başvurduğumuz Hırvatistan tüm süreçleri bitirip gün saymakta iken, ek talepler ile Türkiye’yi üyeliğe getirecek müzakere başlıkları veto edilmekte, üyeliğin parlamentolarca kabulün dışında, halkoylamasına sunulması gündeme getirilmekte, adeta müsabaka başladıktan sonra kurallar AB tarafından kendi lehine değiştirilmektedir.
E- SONUÇ OLARAK;
Türkiye, ekonomik ve demokratik standartların geliştirilmesi için Avrupa’yı bir ölçüt almalıdır. Ancak, Avrupa da son yıllardaki demokrasi, çok kültürlülük ve göçe dair tartışmalar, aşırı sağ ve ırkçı akımların kazandığı güç; yaşlı kıtanın artık herkes için özgürlük ve eşitliği öngören standartları kendisi için de hayata geçirmekten uzak görünmektedir
Türkiye ve Avrupalılar yanlış algılamalardan kaçınmalı, ön yargılardan kurtulmalıdır. Varoluşundan itibaren, en azından 9. ve 10. yüzyıldan bu yana genelde batı ve onun temsilcisi olan Avrupalılar, Doğuya kaynakları ellerinden alınıp kendi müreffeh yaşamları için kullanılması gereken yerler, hatta insan gücünün de onların hizmetinde olması gereken bir kara parçası olarak algılanmıştır, bu algılama değişmeli, AB bir küresel barış vizonuna sahip olmalıdır.
Türkiye’yi yanına almayı başarabilen AB, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Güneydoğu Asya, Balkanlar Orta ve Doğu Avrupa, Hindistan, Çin ve Kafkaslarda kaynaklarına el atmaya çalışılan bir topluluk değil, zorda kaldıklarında imdada yetişen bir dost olarak algılanacaktır..
AB’nin de Osmanlı ve giderek onun mirasçısı Türkiye’nin tarihi birikim ve müktesebatından öğreneceği çok şey bulunduğu ortadadır.
—————————————————————-
(1) Dr İbrahim Kalın, Başbakanlık Dış Politika Danışmanı, Todayszaman Gazetesi
(2) Dr Yusuf Kaplan, Gazeteci – Düşünür, Yenişafak Gazetesi Yazarı
(3) Prof Dr Ahmet Davutoğlu, TC Dışişleri Bakanı, 2010 yılı Büyükelçiler Konferansı
(4) Onur Öymen, Emekli Büyükelçi, Türkiye-AB Gümrük Birliği Paneli, İstanbul Barosu
Av Kemal KAYA
Dış Politika Derneği Başkanı