Paleozoik dönemin sonunda oluşan tek kıta Pangea’nın kalbi, dünyanın en eski kara parçalarından biri, ilk insanın beşiği, verimli topraklar diyarı, dünya karalarının beşte biri, nüfusununsa yedide biri. Milyarlarca dolar değerinde değerli taş ve maden kaynağı, çok daha fazla çıkarılmayı bekleyen rezervler ve belki de hepsinden fazla henüz tespit edilmemiş yeni değerler. Büyük zenginliklerin yurdu fakir Afrika..
Kırmızı topraklara 20’den fazla ziyaret gerçekleştirmiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Afrika her yönüyle (ekonomik, siyasi, kültürel, tarihi ve tarımsal) dünyanın asla vazgeçemeyeceği ve en fazla ilgi göstermesi gereken kıtalarından biridir. Şunu da belirtelim ki, dünya üzerinde Afrika kadar “sahip olduğu sayısız değer ve zenginliğe rağmen günlük yaşamda bu denli sefalet içinde olan, potansiyel imkanları ile pratikte aldıkları arasında bu kadar fark yaşayan başka bir kıta daha yoktur.”
Bu konu açıldığında söz konusu Afrika ise, sanıyorum kafalardaki paradigma genelde yardıma muhtaç kardeşler, batının sömürüsü altında inleyen mazlum halklar veya mal satılması gereken keşfedilmemiş ticari pazarlar oluyor. Evet belki zamana ve mekana bağlı olarak bu gerçekler Afrika için karşımıza çıkıyor.. Ama sonda söylenmesi gereken şeyi başta söylemek gerekirse, çok daha derinlere indiğinizde o topraklarda görünen sorun – çözüm ilişkisi bambaşka bir yolu işaret ediyor. Şimdi sizden ricam televizyondan veya belgesellerden edindiğiniz ham Afrika fikirlerini bir kenara bırakmanız ve Afrika’ya bir de bu yeni pencereden bakmanızdır.
İklim, toprak ve bilinç
Genel olarak Afrika’nın iklimi ılımandır. Afrika’da doğa stabildir. Dünyanın başka yerleri gibi çetin hava şartlarına, muson bölgesi gibi şiddetli yağışlara, dağlık bölgeler gibi dondurucu soğuğa ve yaşamı sekteye uğratan yoğun kar yağışına, fırtınalara, hortumlara, depremlere rastlama olasılığınız yok denecek kadar azdır. Kıta (sahra çölünün bulunduğu bölge hariç) tüm bölgelerde son derece verimli topraklara sahiptir. Zaten bugüne kadar seyrettiğimiz açlık görüntülerinin veya kıtlık haberlerinin hemen hepsi aşırı sıcak ve kurak Sahra bölgesinden gelmiştir. Bu bölgedeki açlığın öncelikli sebebi ise nüfus yerleşimindeki bilinçsizliktir.
İklimsel şartlardan ötürü çabuk değişebilen, hassas dengelere sahip, elverişsiz topraklara gelişi güzel yerleşildiği için imkan paylaşımındaki en ufak adaletsizlik, zaten düşük seviyelerde seyreden yağışlardaki en ufak azalma veya siyasi istikrarsızlığın bir anda derinleşmesi süratli şekilde açlığa ve kıtlığa yol açmaktadır. Aynı adaletsizlikler ve istikrar dalgalanmaları Afrika’nın neredeyse diğer tüm bölgelerinde de yaşanır. Evet, ölümler olur.. Fakat bu ölümlerin kaynağı açlık veya kıtlık değil, yine kendi insanına kıyabilen bilinçsiz milliyetçilik, kavmiyetçilik yada çıkarcılıktır. Zimbabwe, Gana, Nijerya, Malawi, Gine, Gambia vs gibi ülkelerden hiç açlık ölümleri veya kıtlığın sebep olduğu kıyımlar duymazsınız. Normal bir insanın yüksekten düşerek ölme olasılığı azdır, fakat kendinize yaşam yeri olarak bir uçurumun kenarını seçerseniz düşmek için hafif bir itme yeterli olacaktır.
Aynı bilinçsiz nüfus yerleşimi Gobi’ye veya yazın 50 dereceyi bulan Teksas çölüne veyahut Avrupa’nın göbeğinde dondurucu soğuklara sahip Alplere yapılsa ve ekonomik/teknolojik imkanlar yine bu kadar geri olsa, eminim Asya’dan Amerika’dan Avrupa’dan da en az bu kadar ölüm ve kıtlık haberi gelirdi. Daha doğrudan bir ifadeyle, Afrika’da insanı açlıktan öldüren imkansızlık değil bilinçsizliktir.
İnanın açlıktan ölen Somalilinin nehir havzasına ev yapıp her sene selde ölen karadenizliden hiçbir farkı yoktur. Bu nedenle son 30 senedir Afrika’da hiç aç bırakmayacak miktarda yardım yapılmış olmasına rağmen hala insanlar açlıktan ölmeye devam etmektedir. Bakış açımızı değiştirmedikçe de edecektir.
Şunu da belirtmekte fayda var ki, muhtaçlara yardım etmeyi hem manevi açıdan hem insanlık adına mutlak görevimiz olarak görmeli, açlara el uzatmayı yaşam biçimimizin bir parçası haline getirmeliyiz. Sahip olduğumuz nimetlerde Afrika’da açlıktan ölen yavrunun elbette doğrudan hakkı vardır. Hatta o insanlar düze çıkıncaya kadar yardımları kesmeyi veya azaltmayı aklımızdan bile geçiremeyiz.
Benim bunlardan ayrı olarak vurgulamak istediğim şudur ki, salt para ve imkan yardımı yaparak Afrika’daki sorununun çözüleceğine inanmak saflıktır, ilgisizliktir, kolaycılıktır. Afrika’yı sonsuza kadar değiştirecek şey bu yardımların yanında, toplumlardaki yozlaşmışlığı alıp yerine kendini, milletini ve ümmetini düşünen, bunun için çaba göstermesi gerektiğinin bilincine varmış bireyleri koymaktır. Afrika’yı ayağa kaldıracak olanlar yine bu bilinçle donanmış Afrikalılardır.
Çok daha somut bir örnek verelim. Afrika’lı balık tutmasını bilmeyen bir adamdır. İlk zamanlarda ona balık verilmiştir, o da yemiş balık bulamayınca aç kalmıştır. Sonra bazı yardım kuruluşları bunu görür ve Afrikalıya balık vermek yerine olta verir, gider. Afrikalı bir oltaya bakar bir denize ve der ki… “balık tutmaya kalksam beklemem lazım, tutsam temizlemesi zahmetli, ama bu oltayı pazarda anında 3 dolara satarım, sonra da temizlenmiş 2 kilo balık alırım, bugün afiyetle yerim, yarın nasılsa yine biri gelir bana olta verir”.. Siz balık tutmaya teşvik ettiğinizi sanırsınız ama düzen değişmez.
İşin özü şudur ki, yapılması gereken asıl şey Afrikalıya büyük düşünmeyi öğretmektir. Asıl zor olan kısım Afrikalıyı o oltayı kullandığında denizlerinin çok bereketli olduğunu göreceğine, sadece kendisinin değil tüm ailesini de doyurabileceğine, hatta ihtiyacından fazla tutup balıksız bölgelere ihracat yapabileceğine, ihracattan gelen parayla sanayi kurabileceğine, kazandığı paralarla eğitim kalitesini artırıp teknoloji ve bilim üretebileceğine, sahip olduğu yeni imkanlarla dünyanın diğer güçlü ülkeleriyle rekabet edebileceğine ikna etmektir. Buna inanmış bir Afrika 20 sene içinde yardım alan değil size yardım eden bir kıta haline gelir.
Ekonomik uyku hali
Kendi potansiyellerini değerlendiremeyen Afrika’nın farkına son zamanlarda Çin varmıştır. Yüzyıllardır bunun farkında olan ve mevcut başıbozukluk sayesinde Afrika’nın etinden sütünden yararlanan batılı devletler ve dev firmaların yanında Çin’de yerini almış ve hatta son 10 yılda yaptığı atakla hepsini geride bırakmıştır. Tüm bu kuvvetlerin ortak noktası “Aman Afrikalı uyanmadan her köşeyi ele geçirelim, her potansiyeli kendimize bağlayalım” dır.
Düzen böyle devam ettiği taktirde bundan 100 yıl sonra Afikalı uyandığında (eğer uyanabilirse) kendini bir Çinlinin kucağında oturuyor bulursa hiç şaşırmam. 10 yıl önce Afrika-Çin ticaret hacmi 3 milyar USD iken şu anda 50 milyar USD’yi geçmiş durumdadır. Tüm Afrika devletlerinin yıllık bütçelerinin tamamının 500 milyar USD’yi geçmediğini düşünürseniz Çin’in kendi adına elde ettiği başarıyı çok daha iyi anlarsınız. Çin gibi bir nüfusun en büyük ham petrol tedarikçisi Kuveyt veya Suudi Arabistan değil, Angola’dır.
Ticaret hacmindeki bu ivme devam ettiği taktirde bundan 10 yıl sonra Çin makro düzeyde Afirika’nın ekonomik kontrolünü tamamen ele alabilir. Ondan sonra sizde meyve suyu satalım, araba lastiği satalım diye didinirsiniz.
Afrika’ya yaptığım seyahatlerde gördüm ki en ücra ülkelerde dahi ciddi Çin kolonileşmesi söz konusu. Ekonomik açıdan inanılmaz agresifler. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememekte, değerli madenlere sahip Afrika devletlerine karşılıksız hibeler vermekte, büyük altyapı ihalelerini almakta, çıkan petrolü gazı altını kendilerine bağlamakta, işlerinin tamamını devletin bir veya iki numaralı adamlarıyla halletmektedirler. Ne Fransa, ne Amerika ne de Çin Afrikalının daldığı bu bilinç uykusundan uyanmasını istemez. En son isteyecekleri şey Afrika’nın kendi potansiyelinin farkına varmasıdır. Onlar Afrika’nın ayağından 3 birim kanını çekerken, bizim gibi olayı fark edememiş halkların ağızdan 1 birim beslemeye çalışmalarına herhalde gülüyorlardır.
Alın size birkaç somut örnek, Fransız petrol devi Total Madagaskar karasularında ciddi rezervler bulduktan sonra halk daha buna sevinemeden adada siyasi istikrarsızlık baş göstermiş, ordu komutanları ihtilal yapmıştır. Ülke birden bire sokaklarda askerlerin gezdiği, doğru dürüst seçim dahi yapılamayan, devletin üst kademelerinde neler döndüğünün belli olmadığı bir belirsizlik bulutuna girivermiştir. Peki rezervler şu anda kimin kontrolündedir ? Türkiye devletinde dış politika sorumluları bunun farkında mıdır ? Farkındalar ise hangi müdahaleleri yapma yetisine ve ekibine sahiptirler ? Yoksa Türkiye hala o tür bölgelere bir şeyden haberi olmayan memur zihniyetli ticari ataşeler, bürokrasinin içinde boğulmuş konsoloslar atayarak gerekeni yaptığını mı düşünmektedir ?
Başka bir örnek, Sierra Leone’de devlet çok büyük elmas madenleri açtıktan sonra nedense ülkede tarihin en büyük isyanlarından biri çıkmış 2 yılda 900 bin insan katledilmiştir. Acı dolu detayları atlayıp neticeye baktığınızda şu anda Sierra Leone’de doğru dürüst bir ordu bile yoktur. Avrupalı dev elmas firmaları istikrarlı ve güçlü bir Sierra Leone hükümetinden 10 liraya alamayacakları elması, her türlü malzeme ve altyapıya muhtaç şu andaki istikrarsız ve güçsüz devlet yapısından 1 liraya almaktadır. Neticede kazançlı taraf değişmez.
Burada acı olan şudur ki, Madagaskar’da ihtilali yapan Madagaskarlı, Sierra Leone’de komşusunu öldüren yine Sierra Leone’lidir. Kuvvet odakları sadece oluşmuş yozlaşmışlığı ve bilinçsizliği körüklemekle başarıya ulaşmıştır. Afrikanın eksiklerini iyi bilirler ve onu çok iyi kullanırlar.
Bu bahsi geçen zihniyet dün insan gücü makbulken Afrika’nın kölelerinden yararlanmış, sanayi devriminden sonra madenler ve yer altı zenginlikleri önem kazanınca doğrudan Afrika ülkelerini işgal etmiş, sonrasında askeri güç finansal kapitalist güçle yer değiştirdiğinde Afrika’yı askerle işgal etmenin çok masraflı olduğunu görmüş ve bu düzeni ekonomik maşa olarak kullandığı global markaları ve sürekli canlı bilgi akışı sağlayan istihbarat elemanlarıyla devam ettirmiştir (ki bunların çoğu Afrika’da misyoner kisvesi altında yaşar). Sömürü 1000 yıl boyunca 3 maske değiştirir ama altındaki niyet ve mantık hiç değişmez.
Türkiye bu resmin neresindedir / neresinde olmalıdır ?
Osmanlı Türkiye’ye müthiş bir miras bırakmıştır. Başta Portekizliler, İspanyollar, İngilizler ve Hollandalılar olmak üzere gözü dönmüş batılı donanmalar Ümit burnunu geçip, bugünkü Mombasa, Daresselam ve hatta Somali açıklarına kadar çıktıklarında Osmanlı harekete geçmiş, kafir donanmasını Mozambik sınırlarına kadar püskürtmüştür. Tanzanya’da Kenya’da türk kaleleri kurmuş, oraları işgal edebilecekken yönetimi yerel halka bırakmış, sadece sulh içinde yaşamaları ve korunmaları için askerler tahsis etmiştir.
Afrikalı, batılı köle tacirlerinden çektiğini Osmanlıdan çekmemiş, yüzyıllar boyu onu üzerinde bir kalkan gibi bulmuştur. Osmanlının bu tavrı sayesinde doğu ve kuzey Afrika 400 yıl boyunca sulh ve sükunet içinde yaşamış, Osmanlı gittikten sonra her iki bölgede neredeyse günümüze kadar katliam ve acıdan başını kaldıramamıştır. Bu nedenle Afrika’nın bir çok yerinde (özellikle doğu ve Kuzey Afrika’da) müslüman türklere ayrı bir muhabbet duyulur. Sırf bu tarihi kader birliği sayesinde bile Çinlilerden fersah fersah ileride olmamız gerekirken Türkiye bu potansiyeli kullanamamaktadır.
Çin, Afrikalı devlet büyüklerini dev altyapı ihalelerine ikna ederken bizim devlet erkanımız yanına leğenciyi, tenekeciyi, araba parçacısını alıp ufak milyon USD değerinde ticaret bağlantıları peşinde koşmaktadır. Halbuki olması gereken şudur ki, devlet içinde ciddi Afrika uzmanlaşması yaşanmalı, başta belirli ülkelere odaklanmalı ve bu ekip o ülkelerde yatıp kalkıp potansiyel değerleri devlete bildirmeli, Türkiye de bu değerlere talip olmalı, bir taraftan onları değerlendirirken diğer taraftan da yerli halkın ekonomik, kültürel bilincini artırmaya gayret etmelidir. Türkiye devleti Angola’nın, Madagaskar’ın petrolüne Cezayir’in doğalgazına, Sierra Leone’nin elmasına niçin talip olmasın ? Sudan’da, Somali’de, Çad’da niçin petrol aramasın ? Niçin Fas’ın, Tunus’un güneyinde yüzlerce solar-farm kurup yenilenebilir enerji üretmesin ? Sahip olduğu bilgiyi, teknolojiyi ve insan kaynağını hem kendi adına hem o topraklar adına Afrika’nın ihyası için neden seferber etmesin ?
Afrika ülkelerinin çoğunda ekonomik refahın gözle görülebilir bir artış göstermesi sadece beş on milyar USD’ye bağlıdır. Bu rakamlar özel sektörü aşar, Türkiye devleti gerekli fizibiliteleri yapar, özel sektörü organize eder devlet olarak en öne geçer, araziye hakim olur, gerektiğinde hem maddi hem istihbarat olarak büyük firmaları önce ikna eder sonra desteklerse bölgede başrolü alır, Afrika ile bağlarımızı kimse koparamaz. Afrika’da açılan Türk okullarının eğitim alanında yakaladığı bu başarıyı iş adamlarımızın da ticarette, devletin de Türk-Afrika siyasetinde yakalaması gerekmektedir. Türkiye devletinin mevcut Afrika stratejisini (eğer varsa) bir an önce elden geçirmesi, radikal değişiklikleri yapması, gerekli dinamik ekibi acil olarak oluşturması ve oynanan milyar dolarlık ortaoyununda ciddi bir rol alması, sonrasında da Osmanlı benzeri bir duruşla yerli halka adalet ve sulh gelmesi için ön ayak olmalıdır. Bu oyunda güçlü bir aktör olmadan adalete vesile olma niyeti sadece hayal olarak kalacaktır.
Özet olarak Afrika için asli vazife özel sektörden, ihtacat firmalarından veya okullardan çok devletimizdedir. Afrika’yı çok daha yakından tanımalı, öncesinde işleyen ekonomik mekanizmada büyük bir çark haline gelmeli, sonrasında da bu gücünü inancından aldığı değerlerle gerçek adaletin tesisi için kullanmalı ve Afrika’nın kendi küllerinden doğmasına ön ayak olmalıdır. Diğer Müslüman ülkelerde bu niyete sahip bir Türkiye’nin mutlaka arkasında olacaktır. Türkiye dış politikası Afrika’yı doğru okuduğu takdirde Ortadoğu’da estirmeyi başardığı liderlik rüzgarını Afrika topraklarında da rahatlıkla estirebilir ve Afrika’yı ayağa kaldıran millet olarak tarihe geçer. Yada 30 sene daha oyunu kenardan seyredip Afrika’nın damarlarındaki tüm kanın birileri tarafından çekilmesini ve tüm ekonomik kalelerinin ele geçirilmesini bekleyebilir.
Zafer ÖZSATICI