Birinci Dünya Savaşı taraflar arasında galip çıkarmış olmasına rağmen savaşın kazananı olduğunu söylemek biraz zordur. Çünkü savaş hem galipler hem de mağluplar için tam bir yıkım olmuştur. İnsanlar artık yaşananları geride bırakıp böyle bir vahşetle bir daha yüzleşmeme arzusundadır. Her ne denli savaşın galipleri bu arzuda olsa da, mağlup devletlere zorla imzalattırılmış olan anlaşmalar çok yakın zamanda vuku bulacak yeni ve çok daha yıkıcı olacak bir savaşı kaçınılmaz hale getirmiştir.
Savaş sonrası Almanya halkı seçebilecekleri sadece iki yola sahiptir. Ülkede enflasyon öyle bir hal almıştır ki, 2 milyon marka ancak bir sucuk ekmek alınabilmektedir. Halk artık liberal sistemin kendilerine bir şey veremeyeceğine kanaat getirerek uçlara yönelmeye başlamıştır. Bunlar aşırı solu temsil eden komünizm ve aşırı sağı temsil eden Nazizm’dir. Bu iki kanat arasındaki iktidar mücadelesini Hitler kazanmış ve dünya yeni bir yıkım sürecine girmiştir. Bahsettiğimiz üzere dünyanın artık birinci dünya savaşında yaşanılanları tekrar yaşamak istememe arzusu onları Almanya’ya karşı olabildiğince toleranslı ve sessiz kalmaya zorlamıştır. Öyle ki Almanya’nın kışkırtıcı söylemlerine, ırkçı faaliyetlerine ve aşırı silahlanmasına dahi kimse ses çıkarmaya cesaret edememiştir. Sorunların artık barışçı söylemlerle çözülmesi gerektiğine inanan, daha doğrusu buna inanmak isteyen “hür” dünya olanların zaten kaçınılmaz olduğunu görmeyerek, belki de görmek istemeyerek son bir umutla Almanya’yı ikna etme girişimlerinde bulunmuştur. İngiltere başbakanının ziyareti ve diğer eylemler bunun göstergesidir. Fakat savaş kaçınılmazdır, çünkü nasyonal sosyalizmin ideolojisini hayata geçirebilmesi için büyümesi gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı en nihayetinde patlak vermiş ve on milyonlarca kişinin öldüğü bir yıkımla son buluştur. Savaşın galibi hiç şüphesiz savaşı en az zayiatla atlatan ve savaş sayesinde ekonomisini katbekat büyüten ABD olmuştur. Bu sebeple savaş sonrası şekillenecek yeni dünyada en büyük söz sahibi olma arzusuna girişmiştir.
Yukarıda anlattıklarımıza değinmeden Birleşmiş Milletlerin kuruluş mantığı ile ilgili değerlendirmelere geçmek pek doğru olmazdı. Çünkü Milletler Cemiyetinin ütopik ve idealist yaklaşımlarının neden terk edilerek bir anda realist bir yapılanma temeline oturtulmuş Birleşmiş Milletlerin kuruluş gerekçelerini anlayamazdık.
Birleşmiş Milletler fikri ilk olarak, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde savaşın galibi ülkeler tarafından, ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek amacıyla ortaya atılmıştır. Bu amaçla 24 Ekim 1945’te kurulmuş olan örgütün amacı dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmaktır. Amerika’nın dolaylı olarak da olsa önderlik ettiği örgüt, var olunması isteneni değil, var olanı irdeleyip bu yönde politikalar oluşturmayı temel ilke edinmiştir. İkinci dünya savaşından edinilen tecrübe, artık süslü diplomatik söylemlerin dünya barışına istenilen katkıyı yapamayacağını, savaşın yeri geldiğinde kaçınılmaz olduğunu bu amaçla en yalın ifade ile “barışı arzuluyorsan, her daim savaşa hazır olmalısın” felsefesini özümsemiş yeni bir sistemin gerekliliğini gözler önüne sermiştir.
Her ne denli uygulamada bazı çarpıklıklar olsa da yeni oluşturulan modelde küçük büyük ayırt etmeksizin ilgili ülkelerin eşit temsil hakkı olması ilkesi benimsenmiştir. Bu ülkeler Genel kurulda üye sayısı beşi geçmeyecek şekilde temsil hakkına sahiptirler. Genel Kurulun görevlerine baktığımız zaman:
• Silahsızlanma ve silah denetimi konusunda önerilerde bulunmak,
• Barış ve güvenliği etkileyecek görüşmeler yapmak, her konuda önerilerde bulunmak,
• Ülkeler arasındaki iyi ilişkileri bozucu sorunların, barışçıl yollarla çözümü için önerilerde bulunmaktır.
Maddelere tek tek bakıldığında göze çarpan ilk husus güvenlik sorununa ilişkindir. Artık Dünya İkinci Dünya Savaşı benzeri bir olayla yüzleşmemelidir. Bunu sağlayacak olanda dünya devletlerinin işbirliğidir. Geçmişte yaşanan hataların tekrarlanmaması adına bu sefer ilgili tüm ülkeler temsil ve söz hakkına sahip olmalıdır. Bu da bir nebze olsun büyük güçlerin eşitlik ilkesini en azından görünüşte de olsa kabul ettiği anlamını taşır.
Sorunların çözümünde diplomatik çözümler her daim önceliktedir. Karşı tarafın sorunu çözmede isteksiz ve de inatçı bir tutum sergilemesi durumunda ise bazı yaptırımların uygulanması gündeme gelir. Mümkün olduğunca sorunun şiddete başvurulmadan çözülmesi esas alınmaktadır. Fakat savaş hiçbir zaman olasılıklar dışında tutulmamıştır. İhtiyaç duyulduğunda ortak bir karara varılarak müdahalenin kaçınılmaz bir hal alması durumunda ise bunu yapmakta tereddüt etmemiştir. Burada esas olan yapılacak müdahalenin olabildiğince meşrulaştırılmasıdır. Bu da karara destek verecek olan ülke sayısının çokluğuyla doğrudan ilişkilidir.
Wilson’un önerisi ile hayata geçirilen Milletler Cemiyeti esasen kuvvetler birliğini oluşturarak, devletlerarası çatışmayı ortadan kaldıracak adalete dayalı bir sistem öngörmüştü. Fakat ABD bile sistemin tıkanıklığından bunalarak sonunda kendini dışarıda tutmuş, örgüt istenilen başarıyı elde edemeyerek nihayetinde fonksiyonunu yitirmiştir. Temelde liberal görüşleri kendine ilham aldığını beyan etse de, bütün taraflara barışı kalıcı tutabilecek adil bir düzen getirmek yerine “güçler dengesinde” terazinin kendine taraf olan kısmını olabildiğince baskın tutarak bir nevi ilerde oluşmasına kesin gözüyle bakılan yeni bir çatışmanın temellerini atmıştır. Birleşmiş Milletler bundan beklide ders çıkarılması gerektiği bilinci ile terazinin kefelerini olabildiğince dengede tutmayı sağlayacak bir yapı inşa etme uğraşı içinde olmuştur. Buradaki temel fark, büyük kuvvetler kendisine ileride rakip olabilecek potansiyel bir gücü saf dışı bırakmak yerine onu da masaya oturtarak karar verme sürecinde eşit olmasa dahi olabildiğince işbirliği içerisinde hareket etme eğilimi içerisinde olmuştur. Bu sayede kendisine sorun çıkartabileceğine inandığı bir devlete bizzat kendisi müdahalede bulunmadan aynı masada oturduğu güçlerden birini ilgili devletin kontrol altında tutulması hususunda telkin hakkına sahip olabilecektir. 60’lardaki Küba Krizine bir de bu açıdan bakmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Her ne kadar 2 süper güç bu kriz sonrasında karşı karşıya gelmişlerse de, devam eden süreçte taraflar kendi kutbundan olan devleti dizginlemek hususunda karşı tarafla kucaklaşmaktan geri durmamıştır. Rusya’nın gemileri geri çağırması Castro tarafından şiddetle eleştirilmiş, ABD’nin füzeleri geri alması ile de Türkiye’de birçok kesimde ABD’ye olan güven konusunda çeşitli tereddütler oluşmuştur.
Realizm’e göre, bir Leviathan’ın olmaması durumunda doğası gereği bencil olan devletler sürekli olarak bir çatışma ortamı içerisinde olacak, çünkü böyle bir yapının olmaması devletleri uluslararası anarşik bir ortamın içerisine itecek ve burada tamamıyla güç ilişkilerine dayalı bir sistem içerisinde varlıklarını idame ettireceklerdir. Bu da sonu gelmez kısır bir çatışma ortamını kaçınılmaz kılacaktır. Tüm bunlar sistemdeki bu anarşik yapının önlenebilmesi adına devletlerarası ilişkilerde uyulması gereken ahlaki normları dayatma yükümlülüğüne sahip bir hakem sistemine olan ihtiyacı gündeme getirmiştir. Bunu da sağlayabilecek olan en nihayetinde savaşın galipleri olan güçler olacaktır. Bir nevi kendilerine atfettikleri ağabeylik sıfatıyla düzen içerisinde oluşabilecek sıkıntıları ve çatışmaları önleyebilmek adına Birleşmiş Milletler bütün devletlerin (en azından çoğunluğunun) desteği ile doğmuştur.
Çıkışında gözümüze çarpan bu realist yaklaşım Birleşmiş Milletlerin idealist yapıyı reddettiği anlamını taşımamalıdır. Birleşmiş Milletler içerisinde yer alan birçok kuruluşta idealist izler taşıyan söylemleri bulmak mümkündür. Ama yinede BM’in oluşumunda asıl belirleyici olanın realist çıkarımlar olduğu bir gerçektir. Realist yapı uluslararası ilişkilerde esas öğe olarak devleti görür. Öyle ki BM ve NATO gibi yapılanmaları dahi bağımsız bir statüye sahip olamadıklarından tam olarak muhatap kabul etmez. Örgütün kurulma amaçlarına bir daha değinecek olursak:
• Hedeflerine soyunduğu yeni uluslararası düzenin kurulmasında diplomatik, siyasi, hukuki, kültürel bir platform oluşturmak,
• Alınan kararlarla uluslararası sistemi denetim altında tutmak,
• Tüm devletleri bu platform üzerinden diyalog kurmaya teşvik etmek.
Görüldüğü üzere söylemler hep devlet üzerine yoğunlaşmış ve onun üzerinden gitmiştir. Esasen bu konuda pek de haksız olduğu söylenemez, çünkü örgütün esas amacı güvenliği sağlayabilmek olduğu için ilişkilerini de devletler üzerinden yürütmek zorunluluğundadır. Daha terör ve benzeri yapılanmalar mevcut olmadığından 20. yüzyılın ortaları tehdit olarak ancak bir devleti görebilirdi ve örgütte temel işlevini bu noktadan hareketle sürdürmek zorunda kalmıştır.
Aradan geçen zaman BM’nin başarısı ile ilgili tartışmaları daha bir gün yüzüne çıkarmış, hatta şimdiden örgüte alternatif bir sistem arayışını hızlandırmıştır. Milletler Cemiyetine olan benzer bir akıbetin Birleşmiş Milletlerin başına gelip gelmeyeceği de cevabı merakla beklenen bir soru işaretidir.
H. İbrahim UĞRAŞ