Dünyanın yaşamak zorunda bırakıldığı iki büyük dünya savaşı sonrası, hegemonya artık insanlığın böyle bir felaketle bir daha karşı karşıya kalmaması adına kendince bir çözüm arayışına girdi. Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti hayata geçirmeyi arzuladığı idealist yapıyı daha Almanya ile imzalamış olduğu Versailles Barış Antlaşması’yla doğmadan toprağa gömmüş oldu. Sonrasında vuku bulan ve bir nevi Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulamamış denge düzeninin çocuğu olan İkinci Dünya Savaşı akabinde oluşturulan Birleşmiş Milletler her ne denli günümüze kadar varlığını devam ettirebildiyse de sürekli olarak kendisine yöneltilen eleştirilerden kurtulamamıştır. Yapılan eleştirilerin haksız olduğu kanaatinde değilim. Çünkü ikiyüzlü denilecek bir politika ile Dünya’nın bir daha benzer yıkımlarla yüz yüze gelmemesi arzusuyla sorunların konuşularak ve diplomatik yollarla halledilebilmesi için bütün ülkelerin eşit bir şekilde temsil edilmesi gerektiğini savunan Teşkilat, Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin sahip olduğu veto yetkisi ile bu ilkeyi daha en başta yok saymış bulunmaktadır. Bir nevi “Eşitler arasında birinci” prensibi ile hareket ederek bütün dünyayı konseyin bu beş ülkesinin insafına bırakan ve kendilerine yine bizzat kendileri tarafından bahşedilen veto yetkisi ile üye tüm ülkeleri hiçe sayarak hareket etme serbestisine sahip Güvenlik Konseyi daimi üyeliğinin varlığı, Birleşmiş Milletlerin varlığına yönelik eleştirilerin başını çekmektedir.
Soğuk savaşın sona ermesi ile yine batı hegemonyasının bir ürünü olan NATO işlevini kaybetmemiş, aksine yönünü başka bir düşmana çevirerek artık tamamıyla kapitalist yapının egemen olduğu Birleşmiş Milletlerin bir nevi taşeronu durumuna sokulmuştur. Dünyayı – özellikle Avrupa’yı – olası bir Sovyet işgaline karşı korumak için kurulan NATO, düşmansız yaşayamayacağı için kendine bir düşman bulmakta gecikmemiş, adına yeni dünya düzeni denilen ulus üstü yapıyı hayata geçirebilmek adına dünya iktisadının mihenk taşı olan enerjinin kontrolünü tümüyle eline geçirmek arzusu ile bu güce sahip İslam coğrafyasına gözünü dikmiş ve kendi deyimleri ile haçlı işgalini başlatmıştır.
2 milyara yaklaşan nüfusu ile ve dünya coğrafyasında işgal ettiği konumla sahip olması gereken yerin çok ama çok gerisinde olan İslam Alemi artık batının gölgesinden kendini kurtarmak ve muktedir olduğu potansiyeli hayata geçirmek mecburiyetindedir. Sırf BM güvenlik konseyinin yapısına baktığımızda bile bu 5 daimi üye ülke arasında İslam Alemini temsil eden tek bir ülkenin dahi olmaması Batıya karşı neden güven duyulmaması gerektiği sorusuna verilecek en güzel cevaptır.
Bu süreçte İslam coğrafyasının yapması gereken nedir? Öncelikle sorunların analizi halklar düzeyinde iyice yapılmalıdır. Bu yapıldığında da görülecektir ki, batı Müslüman dünyasını hep aynı taktikle yönetmiştir; parçala ve yönet. Sahiden ilk İslam Devletinin kurulduğu 622’den bu güne gelen sürece baktığımızda Müslümanlara en büyük zumlun yine kendi dindaşları tarafından verildiğini rahatlıkla görebiliriz. Bunu da özellikle halkların kardeşliğinin en büyük düşmanı olarak tarif edebileceğimiz radikal milliyetçilik ve mezhep çatışmaları ile hayata geçirmişlerdir. Çok gerilere gitmeden günümüz dünyasına bir göz attığımızda; Sunni-Şia, Arap – Pers, Türk – Kürt ve cemaat çatışmalarının, İslam karşıtlarının herhangi bir eylemde bulunmalarına gerek kalmadan Müslüman coğrafyadaki ayrılığı yeterince ve başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş olduğunu gözler önüne sermektedir.
Öncelikle İslam coğrafyasının birlikteliği bütün Müslümanlar tarafından kabul görmek zorundadır. Bu liderler tarafından tependen inmeci bir yaklaşımla kendi halklarına dikte ettirebilecekleri bir durum olmanın ötesinde, Müslümanlar bunun varlıklarının devamı adına bir kaçınılmaz olduğu şuuru ile konuyu irdelemeli ve hükümlerini bu bilinçle vermek durumundadırlar. Bu birliktelik dikey değil yatay bir hiyerarşi içerisinde olmalı, alınacak kararlar oy birliğiyle alınmalı, karşılıklı saygı ve güven birlikteliğin temelini oluşturmalıdır. Kurulacak yapı salt iktisadi değil; siyasi, kültürel, sosyal ve askeri konularda da bir birlikteliği hayata geçirmelidir.
Siyasi
Teşkilat siyasi olarak Sovyetler benzeri bir yapıyı andırabilir. Ülkeler her nedenli çeşitli konularda bir birlerinden bağımsız olsa da, dış politika ve ulusal güvenlik gibi bütünü etkileyecek olan meselelerde ortak karar almak durumundadır. Gerçi güvenlik mevzu bahis olduğunda hemen her konu belki de art niyetli olarak bu alana çekilebilecekse de sürecin ilerleyen yıllarında halklar buna uyum gösterecek ve bir nevi ombudsmanlık gibi gerekli kontrol mekanizmalarını kendi içerisinde oluşturabileceklerdir. Bu konu biraz da halkların bilinçlendirilmesi ile ilişkili olduğundan mesele “sosyal” alt başlığı altında daha detaylı incelenecektir.
Planlanan konfederasyonun ortak bir anayasası oluşturulacak, bu süreçte ülkelerin sosyo-ekonomik durumları göz önüne alınmaksızın herkes eşit paydada söz sahibi olacaktır. Sürece özellikle sivil toplum örgütlerinin katılımı teşvik edilecek, bu aşamada yapılacak müdahalelere ve baskılara kesinlikle müsaade edilmeyecektir.
Bilindiği üzere İslam Dünyası ortak bir rejimle yönetilmemektedir. Türk dünyası tamamen demokratik-laik rejime tabi iken (tabi orta asya Türk Cumhuriyetlerinin devam eden geçiş süreci sebebiyle bir dikta görünümünü vermesini bir tarafa bırakırsak) İran bir Şia İslam Cumhuriyeti modeli ile idare edilmektedir. Arap dünyası çoğunluğu itibari ile kralların ve diktatörlerin egemenliği altındadır (ki son dönemlerde patlak veren Arap Baharı rüzgarının henüz tamamlanmamış olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız). Hal böyle iken oluşturulacak birliktelikte ve hazırlanacak anayasada bir takım pürüzler baş gösterebilecektir. Fakat değindiğimiz üzere konu ağırlıklı olarak halklar nezdinde tartışılacağından konunun daha rahat çözüme kavuşacağı kanaatindeyiz. Şüphesiz İslam coğrafyasında baş gösteren sıkıntılar bütün İslam milletlerinin gözleri önünde yaşanmaktadır ve aynı sıkıntıların devam etmemesinin tek garantisinin bu birliktelik olacağını kendileri de takdir edeceğinden konuyu milliyetçilik, mezhepçilik ve laikçilik gibi suni çatışmaların ötesinde sağduyulu bir şekilde değerlendirme zorunluluğunda olacaklardır.
Sosyal & Kültürel
İslam dünyasında birlikteliği sağlayacak yegane güç, iktidarlar değil bizatihi halkın kendisi olmalıdır. Konu uluslararası ilişkilerin temel mantığı olan realist güç ilişkileri ve ortak menfaatler bağlamında değil, bunun ötesinde ulus üstü bir düzeyde ortak kader birliği ülküsü içerisinde irdelenmelidir. Burada toplumun kanaat önderlerine, aydınlara ve üniversitelere çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu birlikteliğin İslam coğrafyası için bir kaçınılmaz olduğu toplumun bütün kesimlerine benimsetilmelidir. Bu süreçteki en büyük adımlardan biri de İslam ülkeleri arasında üniversiteler arası öğrenci değiştirme programlarının ivedilikle harekete geçirilmesidir. Bu sayede geleceğin liderleri, yöneticileri ve aydınları kendilerinden olan fakat bir şekilde birbirlerinden uzak kalmış ve birbirlerini yeterince tanıma fırsatını bulamamış kimseleri ve toplumu daha yakından tanıma fırsatını yakalayacak, bu şekilde aradaki suni sorunlar ve engeller bir şekilde ortadan kaldırılacaktır. Çıkarlar özelden genele yayılacak, kendinden olan bir toplumun faydasına olan herhangi bir şeyin en nihayetinde kendi faydasına olacağı bilinci bireylerin zihinlerine yerleşecektir. Burada esas olan bireysel ve ulusal çıkar çatışmaları yüzünden bu yapıya zarar verecek eylemlerden kaçınılmasıdır. Belirttiğimiz üzere bireylere İslam coğrafyasının birlikteliği ülküsü aşılandığı taktirde halk içerisinde oluşturulacak bir oto-kontrol mekanizması ile hangi ülkede olursa olsun tepedekilerin bu tarz ayrılığı tetikleyecek söylemlerine geçit verilmeyecektir.
Halkların birbirlerini tanıyabilmeleri adına her ülkenin diğer ülkelerde faaliyet gösterecek dernek ve vakıfları, ilgili ülkenin yönetimi tarafından teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Bilindiği üzere Kıbrıs Osmanlı egemenliğinde iken bu ülkeye giden gençlerin evlenebilmesi adına Türkiye’den genç kızlar gönderilmiş ve bu olay tarihimize “kız sürgünü” olarak geçmiştir. Benzer şekilde ülkeler arasında da kız alıp vermeler bizzat İslam devletleri tarafından teşvik edilmeli bu sayede din bağı, akrabalık bağı ile daha kuvvetli bir hale dönüştürülmelidir. Bütün İslam ülkelerinde aile toplum içerisinde çok önemli bir yer tuttuğundan bu durum İslam coğrafyasında kardeşlik bağının güçlendirilmesini hızlandıracaktır. 2 kuşak sonra artık her aile farklı etnik kimliklerden en az 3 – 4 tanesine sahip olacağından bu durum inanç temelli tek bir üst kimliğin oluşturulmasına büyük katkıda bulunacaktır.
Askeri
Bu gün Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve diğer birçok İslam ülkesinde yaşanan gelişmeleri gözümüzün önüne getirdiğimizde, 2 milyarlık İslam dünyasının tüm bu olanlar karşısında sessiz sedasız seyirci kalıyor olması gerçekten kabul edilebilir bir şey değildir. Bunun en büyük nedenlerinden biri İslam Dünyasının bu parçalanmışlığıdır. İslam Ülkeleri arasında bir an evvel NATO benzeri bir askeri ittifakın hayata geçirilmesi zaruridir. Bu ittifak için oluşturulacak güvenlik stratejisi bütün ülkelerin ortak kararı ile hazırlanmalı, bir ülkenin çıkarını zedeleyecek veya o ülkeyi zaafa uğratacak her hangi bir eylem kesinlikle uygulamaya sokulmamalıdır.
Bu ittifakta her ülke eşit söz hakkına sahip olacak fakat oluşum içerisinde her ülkeden kendi yeteneği nispetinde faydalanılacaktır. Söz gelimi bölgede yıllardır kazanmış olduğu deneyim ve tarihsel birikimi ile Türk ordusu yönlendirici bir misyona sahip olmak isterse ve bu durum diğer ülkeler tarafından olumlu karşılanırsa böyle bir proje hayata geçirilebilir. Bunun yanı sıra oluşturulacak bir savunma sanayi her bir ülkeyi iktisadi olarak da destekleyecektir. Sovyetler benzeri bir modelde, sözgelimi eğer bir gemi yapılacaksa, bunun her bir parçasının üretimi farklı ülkeler arasında bölüştürülecek ve bu sayede bir ülkenin bir diğeri üzerinde üstünlük sağlamasının önüne geçilmiş olacak, dahası ilgili ülkenin istihdamında ve teknolojik ilerlemesinde büyük fayda sağlayacaktır.
İktisadi
Dünya iktisadının enerji üzerine kurulu olduğunu varsayarsak, bu enerjinin kaynağı olan petrolün döngüsü de dolar ile sağlanmaktadır. Bu da kısaca Petro-dolar döngüsü olarak isimlendirilir. Bretton Woods sisteminin terki ile Amerika’nın sahip olduğu bütün mantık ve fizik kurallarını altüst eden karşılıksız para basma gücü sayesinde ABD doları dünya piyasasında rezerv para olabilme imkanına sahiptir. Petrolün alım satımı bu para ile yapılabilmekte ve bu da ona somut olarak sahip olamayacağı bir değer vermektedir. Irak savaşı öncesi Saddam’ın petrol alım satımını bundan böyle Dolar yerine Euro ile yapacağını açıklamasının, Irak’a yapılan müdahalenin esas gerekçesi olduğu bugün birçok uzman tarafından dile getirilmektedir. Bu konuda kesin bir hüküm verebilmemiz imkansızsa da ABD’nin süper güç olmasının temel nedenlerinden biri olarak bu sistemin sürekliliği olduğunu öne sürebiliriz. Gerçekten de Petro-dolar döngüsünün kırılması, ABD merkezli küresel kapitalist sistemde bir domino etkisi başlatacak ve sömürge üzerine dayalı bu düzende bir yıkılmayı tetikleyecektir. Eğer ki petrol İslam coğrafyası üzerinde ise, bunun döngüsünü sağlaması gereken de yine İslam dünyası olmalı ve bu döngü kendi parasal sistemi ile yürümelidir.
İslam dünyasında AB benzeri – fakat ondan çok daha güçlü ve kabul gören – ortak bir para sistemi ve merkez bankası modeli hayata geçirilmelidir. Gerek ülkeler arasında gerekse dış dünya ile yapılacak ticaret bu para ile yapılacak ve birkaç yıllık süre içerisinde bu para dünyada rezerv para olarak kullanılmaya başlanacak, bu da İslam coğrafyasını dünyada lider ve belirleyici güç haline getirecektir.
Tüm bu söylenilenleri yapmak, ne çok güç ne de çok kolaydır. Burada esasen önemli olan işlerin bizzat ülke halkları tarafından kabul görmesi ve bu birlikteliğin halklar tarafından şiddetle arzu edilmesidir. Halkların bunu istemeleri durumunda karşılaşılacak engellerin rahatlıkla atlatılacağı kanaatindeyim. Ve yine bu olacakların bir kaçınılmaz olduğu iddiasındayım. İslam dünyasının zulme karşı direnmekten ve diğer dünya halklarına bu konuda örnek olmaktan başka bir çaresi olamaz.
Halil İbrahim UĞRAŞ